|
| run boy run | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Lukas Merophine Sanayide Döküm Ustası
Mesaj Sayısı : 51 Kayıt tarihi : 05/03/13 Milliyet : O iki Alman Yaşadığı Yer : Mançurya
| Konu: run boy run Perş. Nis. 04, 2013 11:35 am | |
| | |
| | | Lukas Merophine Sanayide Döküm Ustası
Mesaj Sayısı : 51 Kayıt tarihi : 05/03/13 Milliyet : O iki Alman Yaşadığı Yer : Mançurya
| Konu: Geri: run boy run Perş. Nis. 04, 2013 10:04 pm | |
| Dijital flamaların, floresanlı tabelaların ışıkları tozlu, topraklı, bozuk yolların kenarındaki su birikintilerine yansırken yürüyor, elleri cebinde, içindeki tiksintiyi yüzüne yansıtmamaya çalışıyordu elinden geldiğince. İleride büyük bir adam olma gibi planları vardı. Şimdi bu sokaklarda tanıdık birilerini görebileceği ve bunun şu anda sorun teşkil etmeyeceğini bildiği halde, hayır, geleceğinde bu tarz illegal karaborsa pazarlarında görüldüğü dedikodularının dönmesini istemezdi. Üstelik bu sokaklar yasal değildi değil mi? Yakalanırsa siciline işlenecek herhangi bir suçun hayatının sonu olacağına adı gibi emindi. Sahi ya, buraya gelip kendini tehlikeye atmaya değer miydi babası? Gece her zamanki gibi dondurucu değildi -Harbin kuzeyin soğuğundan payını alırdı elbet. Yine de pazar tezgahlarının kenarında köşesindeki ısıtıcılar, dev, dandik fabrika çıkışlı makinaların çalışmasından dolayı etrafa yaydığı sıcaklık, havadaki soğukluğu nötrlemeye yetiyordu. Üzerindeki montunu çıkartsa, öyle böyle illa ki idare ederdi kendini. Kimisinin camı kırık apartmanlar, camlarından bakan kaliteli japon geishalarının saçlarını taklik etmiş ucuz fahişeler, satacağı uyuşturucu için müşterisini köşeye götürürken sanki ne yaptığından kimsenin haberi yokmuş gibi sağını solunu kolaçan eden pazarlamacılar... Hiç rahat hissetmiyordu. Pazarın başlangıcı terk edilmiş ufak varoş sokağından başlıyordu ve pazarın devamının ve büyük bir çoğunluğunun gittiği köşeler, otoyol veya şehrin ıssız, her yanını ot bürümüş kaldırımların olduğu, uzaktan gökdelenleri gören, bakana kartondanmış hissi veren mini mal barakalarından ibaretti. Ufak, yeterince şehirsel ama her köşesi vandalların graffitileriyle dolu eski, estetik zevkten uzak köprü bir-iki işadamının yapımına başladığı, boş, yarısı yeni tamamlanmış sitelerine gidiyordu. Siteler pazara uzak olsa da, eh, çevredeki terk edilmiş şehirsel görünüşe en büyük katkıyı sağlayan etkenlerden biriydi. Lukas, sahte malların, yasaklanmış veya kaçak yoldan getirilmiş bu eşya cennetinde durmaktan, elbette ki rahatsızlık duyuyordu. Halk tarafından kabul görmeyen isyankar saç stilli gençler, dişleri, yüzü sağlıksız görünen yaşlı evsizler; tanrı aşkına neden buraya düşmüştü ki? Zengin değildi. Varoş köşelerinde hasta babasına bakarak çevresine ideal kahraman görünüşü vermeye çalışıyordu; yani bu fakir yumağı yerler ona yabancı sayılmazdı. Yine de sanki kendini çok yüce bir bokmuşçasına etrafındaki manzaradan nefret ediyor, elinden geldiğince çabuk işini halledip o kötü apartman köşesine dönmeyi umuyordu. Eski 70'lerin mimari akımıyla dikilmiş apartmanın köhne geçidinden bir diğer sokağa geçti. Sokağın biraz ötesinden şehrin giderleriyle birleşmiş minik, yapay ırmak terk edilmiş başka bir apartmanın -pazara duvar görevi üstlenen apartmanın altında kalıyordu ve bu iki apartmana gitmek için kişinin ufak bir beton merdivenden inmesi gerekiyordu- zemin katını su altına almıştı. Su bilek seviyesine kadar yüksekti. Lukas o apartmanların olduğu terk edilmiş, tekin olmayan ve koca pazarla bile kinayese edilirse birkaç kat daha ne olduğu belirsiz görünen köşelerden uzak duracaktı. Bu nedenle pazarın açıklığına doğru yol almaya devam etti. En az şehir kadar ışıl ışıl sayılırdı o canlı renklerle yanıp sönen, kanjilerle dolu tabelalarıyla, eski el yazılı batı alfabesiyle yamukça duvara çakılı yazılarla pazar. Teknolojinin geceyi emri altına almadığı tek köşe yoktu demek... Pazardaki herkes suçlu sayılamazdı. Evet kanunlara göre suçlu sayılıyorlardı sattıkları mallar nedeniyle. Yine de yaptıkları tek şey kapitalist amcalarının topraklarını siktiği o ülkenin siteminde, açlıktan ölmemek için çabalamaktı. Çoğu derme çatma gecekondularda yaşıyordu ve çoğunun çocuğu olduğu varsayılırsa eğer, isyancı, militan sayılma tehlikesi olsa bile ceplerine biraz olsun para girmesi için gerekirse sabahlara kadar hava soğusa, kar yağsa bile tezgahlarının başında bekleyeceklerdi. Peki bunu Lukas anlar mıydı? Hayır. Çünkü Lukas'ın damarlarında safkan barzo erkek kanı akıyordu.
Musluk malzemelerinin olduğu tezgahı seçince gözü sonunda, hemen tezgaha yanaşıp elini cebine attı. Buruşuk, eski, bir kenarı yırtıldığı için bantlanmış banknotu uzattı adama fiyatını sormadan -en fazla ne kadar pahalı olabilirdi ki?- eliyle kendisi aldı vanayı. Adam avucuna bozuk paraları koyarken çok az para artmasının verdiği sinirle nefes verdi karamel gözlerini adama dikerek. Adam onun o atarlı bakışlarından elbette ki etkilenmemişti; Bir psikopat gibi dikine dikine, adamın gözlerinin içine bakmak, etrafta sosyal suçlarla sicili dolu insanların olduğu bir pazarda iş yapamazdı tabii. Arkasına dönüp gitti daha da oyalanmamak için. Daha babası için kaçak, ucuz ağrı kesici almak için köşelerde bekleyen eczacı görevi üstlenmiş hapcılara gitmesi gerekiyordu. Babasına ev duvarları arasındayken iyi davranmazdı pek, sırf kendisine yük oluyor diye. Yatarken babasının inlemeleri yüzünden uyuyamadığı için sinirle başını yastığına gömen biriydi o. Buna rağmen, tüm o stv tadında hayırsız evlat olmanın sınırlarındayken bile kendisi henüz farkında olmasa da babası ölürse kesinlikle üzülecekti. Bu nedenle içinde ufak bir şeytansız kesiminde hap almak için buralara gelmeyi kabul etmişti. Bunun değmeyeceğini tekrar tekrar içşnden geçirse bile, sonuç olarak buradaydı? Duyduğuna göre buradaki satıcıların hapları Avrupadan ithal geliyordu ve ucuz olmasının tek sebebi kaçak olmalarındandı -umarız. Eczacılarda uzay fiyatlardaki ilaçlar, burada neredeyse yarı fiyatınaydı. Hildensternli, Almanyalı piçlerin rahat rahat hastalıklarını geçirirkek -duyduğuna göre Hildensternde hiç yatalak yoktu?- kendisinin bu köhne köşelerde satıcı kollaması sinirine gidiyordu. O buraya ait değildi. Buraya ait olmak istemiyordu. Tam satıcıyı görüp ona yanaşmaya başlayacaktı ki birinin koşarak pazarın başlarında bağırmasıyla hızla arkasına döndü. Ne dediğini tam olarak anlamamıştı adamın. Tüm pazar o kişiye kilitlenip uğuldamaya başlayınca bir şeylerin ters gittiğini anladı Luke. Daha sonra polis arabalarının ve mini uçak-arabalarının buraya yaklaşmakta olduğunu farketti. Kırk yılda bir pazara geliyordu ve geldiği gibi de baskına mı uğruyorlardı yani? Küfretti, korkuyla açıldı gözleri. Tezgahlar toparlanmaya, satıcılar, hapçılar veya pazarlamacılar apartmanın karanlık kapılarına doğru kaçmaya başlayınca o sadece panik halinde sağına soluna bakınıyordu sadece. Kaçmak istedi. Ama kaçacak yeri yoktu ki? Nereye gittiğini önemsemeden ardına dönüp koşmaya başladı. Gel gör ki polisler ve ışıklı aletleri kendilerinden çok daha hızlıydı. Pazarın başına ulaşan polisler, çoktan arabalarından inmiş, tezgahları dağıtıyor, joplarıyla saldırmaya çalışanları işgörmez hale sokuyordu bile. Tek bir dakikada savaş alanına dönen pazarda kulaklarına çınlayan çığlıklar, o gece nezarethanede birkaç polisten sabaha kadar dayak yiyeceği gerçeğini getirdi gözünün önüne. Korkuyordu. Hiçbir zaman cesur olamamıştı ki o. Bir kız gibi atan kalbiyle kaçarken, elektrik yollayıp suçluyu kısa süreliğine donduran silahlardan birinin patlayıp hemen yanındaki adamı vurduğunu gördü. Çığlık atmamasına tek engel nefesinin kesilmiş olmasıydı. Tanrıdan gelen o nefes kesilme hali olmasaydı, kendisine iyice yaklaşmış o polislere donmuş bir halde bakarken küçük kız çığlığı kaostaki gürültüye karışacak, tüm o kurmak için anasını ağlattığı karizması saniyede yerle bir olacaktı. Korkuyla önüne dönüp koşmaya devam edecekti ki ayağının sert bir şekilde yerdeki taşa takılmasıyla bileği burkuldu, tam da ayak bileği yolun kenarındaki, merdivenin hemen yanındaki demir levhanın üzerine düştü. Vücudunu bir anda saran o derin acıyla artık ayağa kalkacak gücü kalmamış bir şekilde sırtüstü döndü, bağırdı göğe doğru. Canı yanıyordu. Kendisini ağlatacak kadar fazla yanıyordu canı. Hatta acıyan canı öylesine korkutmuştu ki onu, aklında alevlenen babası gibi topal kalma düşüncesiyle küfrederek iki defa kafasını yere vurdu. Neden buraya gelmişti ki? Neden evde oturmak varken buraya gelmişti? Babası bir gece daha siktiği ağrılarına dayansa çok mu şey yapmış olurdu? Alt dudağını ısırdı acıyla. Hızlı nefesler alıp verdi, acısının şiddetini düşürecekmiş gibi. Polislerin pazarın bulunduğu köşesine yöneldiğine bakamıyordu yattığı yerden. Ağlamaya başlamış gibi inledi, bileğini karnına doğru çekip gözlerini daha da sıkıca kapattı. | |
| | | Persei Markoff Sigaramın Külü & Hacker
Mesaj Sayısı : 11 Kayıt tarihi : 10/03/13
| Konu: Geri: run boy run Cuma Nis. 05, 2013 12:36 pm | |
| Evden cikmasi hic bu kadar zor olmamisti. Bilgisayarin basina zamklanmiscasina oturdugu kendi standartlarina gore bile uzun bir sureden sonra nasil yataga vardigini hatirlamiyordu ama muthis bir bas agrisiyla uyandiginda yemekten bile once ihtiyac duydugu seyin yoklugunu farketmisti. Sonra hapishane kapisi gibi olan o kalin demir kapilardan cikisi ve dirdir eden icsesinin sehrin igrenc gurultusune karismasi. Bir an aglayasi gelmisti, insanlar bu yere nasil saglam kafayla dayaniyorlardi? Pazara gelene kadar -evi sehrin pek ucra bir yerinde degildi- biraz sakinlesmisti. Dirseginden parmaklarinin basladigi yere kadar uzanan yipranmis bandajin elini kapatan kismini diger eliyle cozup cozup tekrar sariyordu. Yipranmamasi gerekiyordu halbuki, daha evden cikarken degistirmisti. Eskisinde surekli kasimaktan dolayi ufak kan lekeleri vardi ve itiraf etmek istemeyecegi kadar uzun bir sure degistirmeye usenmisti. Gergindi ama aradigi sey disinda herseye karsi ilgisizdi, oyle ki istedigini alamayan kes gorunumu bu kadar belli olmasaydi havali bile durabilirdi kalabaligin icinde o halde- kimse ipleyeceginden degil. Muthis saclarini tam olarak kapatmayi beceremeyen kapsonunu basindan cikarmayarak tum o tekinsiz gorunumuyle tezgahlarin yanindan sürtmeye devam etti. Kendi tamir ettigi dandik kulakligin bir tanesi kulagina takiliydi ve duyulari elektronik muzik ile pazar gurultuleri arasinda gidip geliyordu. Kenarda kosede duran saticilarda goz gezdirdi, pazarda dolasanlardan ve normal seyler satanlardan apayri bir guruh hani. Hepsinin ne sattigini biliyordu- teker teker, denemisti cogunu- ama bunu yuzlerine vuracak sekilde nefret dolu bakmak bir isine yaramazdi. Hem adamlari sevmese de sattiklarini seviyordu ve kendi yaptigindaki yanlisi goruyor sayilmazdi pek, boyle bir yerde yasiyorsa boyle seyler kullanmasi lazimdi kafayi yememek icin, ne yani. Hadi ama, hadi... Kendi saticisini buldugunda heyecanlandigina dair bir belirti gostermese de goz bebekleri simdiden kafasi iyi olmus gibi buyumus olabilirdi- kalp atislarinin biraz hizlandigini hissediyordu ve bir an ne dinlediği muzigi ne de pazarin gurultusunu umursadi. Isiklandirmalardan uzak, biraz daha karanlikca olan koseye yaklasirken bandaji son bir kez yerine soktu. Birkac yeri delik, acinasi halde bir yarim parmakli bir eldivenle isinan diger elini cebine sokup uzerindeki tek yeni ve saglam sey gibi duran yuksek değerli birkac banknot cikardi- en yakın bankamatikten alınma. Birsey demeye gerek duymadan burnunu cekti. Adamin bakisi hos degildi- her an ayni parayi alip miktari azaltma cakalligina girecekmis gibi hissediyordu Persei, yapacagini biliyordu hatta. Çoğu satıcı öyleydi. Varosun birinci kanunu: her kosede bir orospu cocugu vardir. Adamin cikardigi her zamankinden farkli birsey olmayinca fark edilmeyecek kadar hafif bir sekilde nefes verdi, rahatlamisti. Bugun degil. Bugunluk hersey normaldi. Bir kac yere daha ugrayip orta kalitede tutun, -araya karistirmak icin biraz esrar, arap çarşafı ve bol bol alkol aldi. Gelirken bombos olan sirt cantasi simdi kesekagidina sarili cesitli paketlerle doluydu. Sokakta ne idugu belirsiz seylerle dolu paketlerle gorunmek istemezdi malum... Pespaye liseli gorunusu daha iyiydi. Kirk yilda bir disari cikmisken yiyecek alisverisi yapma gafletinde bulunmayacakti, daha onceki her deneyisinde antika buzdolabinda curumuslerdi cunku. Krokodil'in salak gibi basbayagi bozuk seyleri yiyip evin orasina burasina olmamasi gereken yogunlukta sicmasini istemiyordu hem. Yiyecek maddeleri kotuydu evet, baskalarinin kredi kartiyla disaridan yemek yemek varken neden kendi ugrassaydi ki... Hele hele pek dinmeyen titremeleri yuzunden klavye kullanmak ve tutun sarmak disinda fazla bir islevi olmayan ellerle. Kesinlikle bicak tutulasi veya ocakla uğraşılası eller değil. Sirt cantasini tek omzuna saglamca astiktan sonra geldigi yoldan geri donmek uzere kalabaligin oldugu yonden biraz daha uzakta, ciddi anlamda dikkat cekmeyen beton yigini gorunumlu apartmanlarin arasindaki dar bosluga sapti. Cikmaz sokaklar gibi bir tipi vardi buralarin ama sasirtici ki Persei'nin gayet isine yarayan yerlere cikiyordu. Kestirme sayılmazdı ama fazla uzatmıyordu da yolu. Persei sadece kalabaligi sevmiyordu ve kimselerle karsilasmamak icin en tenha yollari kullanmasi bitmek bilmeyen paranoyasiyla ilginc bir celiskiydi. Persei apartmanların arasından birkaç adim ilerlemişti ki pazar dagildi. Gurultuyu duydugu gibi arkasina bile bakmadan birkac metre otedeki cop konteynerinin arkasina atti kendini. Savas zamani gecen dram filmlerinin vazgecilmezi- silah sesinden korkan fazla genc askerler gibi bir kosede elleri kulagina yakin sekilde kalakaldi. Kulaklarini tikayamiyordu cunku orada donen ilk kez gordugu bir sey olmamasina ragmen sadece sesini duymak daha da korkunctu ve gercekten nahos hisler uyandiriyordu insanda. Orada kendisinin aksine daha yararli ve masum insanlar vardi- kendince para kazanmaya calisanlar ve durumlari varosa kiyasla bile ne kadar kotuyse artik - baska yerlerden alamadiklarini bu yasadisi yerde almaya calisanlar. Cogu kisi buraya Persei gibi dandik bagimliligini devam ettirmek icin gelmemisti, tabii ki. Ellerini basinin iki yanindan iyice indirdi, bulundugu bu dar sokaga polisin girmeye ugrasmayacagina emindi, saticilar bu yone kacmiyordu genelde. Kaskli boceklerden biri onu sokagin basinda gorse de avlayacagi onca vatandasi agina takmisken uzaktan gordugu bir ergene dadanmazdi. Persei titremesini bastirip cantasini o an gozune sacmalik derecesinde guvenli gorunen o cop konteynerinin kuytusuna birakti. Burada calinacak degildi temel ihtiyaclariyla dolu cantasi- iki apartmanin arasindaki ne pencere ne cam olan manasiz araliklardandi cunku burası. Yavas, temkinliden cok urkek adimlarla pazari gorecek sekilde ilerlemeye basladi. Manzara haber bultenlerinden cikmis gibiydi, icinde bulunmasina ragmen fazlasiyla surreal gelmisti o yuzden. Kalabalik bir yigin halinde polisten profesyonelce dayak yiyen kisima bakti gogsunde tuhaf bir kasilma ile. Boyle bir uygarlasmaya (!) ragmen kendi turune karsi bu kadar gaddarlasabilen baska bir canli var miydi acaba? Kalabalik disina kaydi gozu, kacmayi becerebilenlerin son goruntusunu veya vurulup hareketsiz kilinanlari goruyordu her kosede. Gozleri uzaklardaki olaylardan yakin cevreye gelince ne kacan- ne de (umuyordu ki) vurulmus birini kestirdi gozune- oh, hem de kendi yaslarinda. Neden bilmiyordu ama icinde yasadigi yerden bu kadar nefret etmesine ragmen halkina karsi bir antipati besleyememisti henuz. Biraz korkuyordu o kadar, ama Persei neyden korkmuyordu ki. Polislerin ağlarindakilerle yeterince egleniyor gorunmesini firsat bilip zaten pek dikkat cekici olmayan renkteki kiyafetleriyle farkedilmeyecegini umarak cocugun yanina firladi duvar kenarindan pek acilmadan. "Hey. Hey-" gittigi gibi dibine coktu ve kivrilmis haline neyin sebep oldugunu gormek icin kollarini acmaya calisti. "Sakin ol, suanlik sanslisin ama buradan hemen kacman gerek." dedi hizli hizli, fazla sefkatli ve paniklemis-insanlara-yavasca-yaklasalim modunda olmaya zaman yoktu ne yazik ki. Zamani olsa denerdi. Onun yerine yavasca bedenine yayilan bir panikle gozlerini hizli hizli dolastirdi gorebildigi her yerinde. Persei'nin kafasi cogu konuda epik calismazdi ama bacagini karnına cektigine gore pek kacacak durumda degildi. Oh. "Bozhe moi- ne bok yedin sen?" dedi hem soru vurgulamasi hem de saskinligiyla sona dogru iyice incelesen sesiyle. Yuzunde neredeyse komik derecede inanamaz bir ifade vardi ama dalga gecmek ya da suclamak icin sormamisti, daha cok ne oldu sana der gibiydi. Sonuçta çocuk gereginden fazla efendi tipliydi, ilk polisten kacis macerasini mi yasiyordu acaba. Persei onun gercekten sanssiz oldugunu soyleyebiliyordu, kendisi yakalanmaya yakalanmaya polisten kacista parkur profesyonelligine varmis bir insandi nihayetinde, ama demek ki herkes öyle olamıyordu. Sonunda bir şey demeden ellerini cocugun koltukaltlarindan sokup biraz gucluk cekerek sevgili sokagina dogru tasidi onu. Guven veren konteynerin arkasina gecmeseler de az oncekine gore cok daha iyi bir yerdelerdi. Sirtinda adam tasimis gibi yorgun hissediyordu- malum tum gun evde oturmak insanda kas yapmiyordu. Daha nefesini duzenleyemeden sirtini duvara yaslayip yavasca yere kaydi gence tepeden bakmamak icin- ve bir anlik dinlenmek istiyordu, bu kadar aksiyon ona fazlaydi. "Yuruyemiyor musun?" diye sordu sonunda sorunun anlamsizligindan dem vuracak olursa onu sarcasm manyagi yapacagini az cok belli eden bir ifadeyle. Persei kotu kalpli olmayabilirdi ama kibar da degildi simdi, lutfen. Sigaraya gercekten ihtiyaci vardi- aslinda baska bir seyin daha da yuksek bir dozuna ihtiyaci vardi ama bu burdaki isini halledip tatli evine donene kadar mumkun olmayacakti ne yazik ki. Elini bol gelen parkasinin cebine daldirip biraz debelendi ve aradigini buldu. Uzerindeki deniz ve dalga desenleri solmus metal sigara kutusunu acti ve zafer! Evdeyken ihtiyacina gore sarip icmesine ragmen en son ne zaman disari cikmissa ordan kalan birkac yedek vardi icinde. Bir tanesini cikarip agzina koyduktan sonra biraz daha kolayca buldugu kibritle yakti. Derin bir nefes alip bir an binalarin arasindan ince bir serit seklinde gozuken gokyuzune baktiktan sonra tekrar cocuga dondu. Biraz daha uzaklassalar iyi olacakti, ama onun hali ne olacaktı cidden merak ediyordu. | |
| | | Lukas Merophine Sanayide Döküm Ustası
Mesaj Sayısı : 51 Kayıt tarihi : 05/03/13 Milliyet : O iki Alman Yaşadığı Yer : Mançurya
| Konu: Geri: run boy run C.tesi Nis. 06, 2013 5:01 am | |
| Gözlerine yaş toplanmamış, ağlamıyordu. Ne var ki çıkardığı inleme sesleri öylesine profosyonelceydi ki olası bir ağlama yarışında onu zirveye taşıyabilir, kim duysa Lukas'ın gözleri yorulmasın diye onun yerine ağlardı. Güler gibi nefes nefese bağırırken, çevredeki hengame yüzünden elbette ki kendi orta sesli bağırışları kimse tarafından siklenmiyor, kimsenin kulağına ulaşamıyordu. Izdırap içindeydi. Şansının kahpeliği, etrafındaki insanların kanun suçlusu oluşunun iğrençliği öylesine kalbini yaralıyordu ki kelimeler kifayetsiz kalırdı o anki derdini açıklamak için.* İnlemeye sürdürecekti ki sıkmaktan keskin görüşünü yitirmiş gözlerini ufak bir aralayınca kendisine birinin yaklaştığını gördü. Arkasında patlarcasına geceyi silen elektronik ışıklar yüzünden yüzünü seçememiş, gözlerinin nemlenmesinin de verdiği katkıyla bir an kendisine konuşan kişinin polislerden biri olduğunu sanmıştı. "Ben masumum. Ben hiçbir şey yapmadım." diye mırıldanmaya çalıştı belki kendisini kurtarır umuduyla. Ne var ki o kısık sesli mırıldanışı da yitip gitmişti inleyişleri gibi. Kişinin kıyafetlerini seçebilince polis olmadığını idrak edebilmiş, ona yardım etmek için davrandığını farkedince zaten halden düşmüş bedeni -kalbini kırmak istemiyorum lukas ama senin bir düşüşte halden düşen vücudunun kaprisini skeyim- hiç direnmeden bıraktı çocuğun kollarına kendini. Vücudunun tüm yükünü vermekten çekinmedi. Madem yardım ediyordu, o yaralı bedenini de adam gibi taşımalıydı işte. Kenara doğru taşınırken git gide uzaklaştığı gürültünün kısılmaya başlayışı içine su serpmişti. Yavaş nefesler alıp gerginliğini atmaya çalıştı. Bu sefer gözlerini önceki gibi sertçe değil, yavaşça, dinlenmek istercesine, rüyaya dalmak istercesine yavaşça yummuştu. Sonunda durunca derin bir nefes verdi. Hala tamamen ayrılmış sayılmazlardı kargaşadan. Bu nedenle hemen bayram havasına girmeyecekti. Bir süre daha gözleri yumulu durdu yattığı yerden. Dirseklerini yere destek yapıp doğruldu, açtı gözlerini göğe bakarak. Çocuğun sorduğu soruya hemen cevap vermeyecekti. Cebindeki vananın sertliğini çok iyi hissediyordu -meret nelere mâl olduğunu hatırlatmak için elinden geleni ardına koymuyordu demek... Çocuğun tipini, cismini, şeklini şimdi daha iyi görebilmişti. Kendi yaşlarında olduğunu farkedince çocuğun karşısında karı kız gibi inlemesi gururuna dokunmuştu aslında. Yaşıtı her genç otomatik olarak rakibi oluyordu gözünde. Her ne kadar huzurlu varoşların efendi ve iyi kalpki yakışıklı delikanlısı rolüne kassa da, insanlara kimseyle yarışmayan kendi halinde, ailenin çocuğunu küçümsemek için kendisini örnek gösterdiği o komşu çocuğu olmak için her türlü iki yüzlülüğe girse de; o ikinci yüzünde devasa bir ego ile kibir paketi duruyordu. Madem boka bakmıştı, madem karşısında çocuk da o devasa yumak haline gelmiş kıvırcık saçlarıyla küçümseyebilmesi için eline pay vermişti, o da o ikinci yüzünü saklamayacaktı kendisinden. Suratını tiksintiyle ekşitip -midesi bulanmamıştı, sadece kişiliği artık öylesine taşıyordu ki suratına, artık kendisi mimiklerine emir vermeden o kibirli ifadeye bürünebiliyordu yüzü bir anda, artık manuel modu esgeçmişti yüzü Lukası yormayacaktı hiç- baştan aşağı süzdü çocuğu hiçbir şey demeden. "İstesem, evet." dedi sesine güçlü bir tını koyarak. Alman aksanını bilerek hafifçe konuşmasına koymuş, gür sesini belgesellerdeki yaşam alanı kavgası yapan hayvanlar gibi bilerek kullanmıştı. Ne var ki hemen ardından çocuğun kendisini orada bırakabileceği şimşeklenince bu sefer -sızlamaları durmuş olsa bile- acıyla nefes verdi, daha ince, bakım isteyen, sevgi isteyen bir sesle devam etti söyleyeceklerine. "Ama zorlarsam durumum daha kötü olacaktır. Bileğim kırılmış olabilir." Tanımadığı o topraklarda, tanımadığı ama kendisine yardım etti diye tüm umutlarını yığdığı o çocuğu bırakmak gibi bir niyeti yoktu. En azından güvenli hayatına adım atana kadar çocuk gitmek istese bile gerekirse zor kullanarak durdururdu çocuğu. Çocuğu süzmeyi sürdürdü, sessizlik geri dönünce. Gözleri yaktığı sigarada durmuş, onu dudaklarına götürürken hasretle izlemişti hareketlerini. Bir annenin aşerişi gibi aşerdi sigarayı içi bir anda. Onun içişini, sigaranın saniye saniye kısalığını düşündü. Bir dal içse belki de tüm siniri geçerdi? "Bakıyorum da çok rahatsın. Senin sigara zevkin yüzünden yakalanırsak aktif edeceğin başka bir planın daha var mı?" dedi tüm küstahlığıyla. Burnunu havaya kaldırıp dudaklarını yana kıvırdı. Çocuğun kabul edip etmeyeceğini önemsemeden eli çocuğa doğru uzanmış, sigarayı istediğini sesli olarak dile getirmese de çocuğa diktiği gözleriyle açık açık niyetini belli etmişti. Eh, sigarayı alana kadar da elini geri çekmeyecekti... Gözlerinin diktatörlüğü, sigara olan arzusuyla değişti, sigarayı değil de çocuğun o tuhaf, 1/3'i kaştan ibaret olan yüzünü arzuluyormuşçasına bakıyordu. Çocuğa doğru biraz daha yaklaşmak için meyledecekti ki unuttuğu bileği kendini tüylerini diken diken edecek bir acıyla hatırlattı. Gözleri sıkıca yumuldu çektiği acıyla, put gibi kala kaldı pozisyonu. Tıslarcasına bir ses çıkardı. Tıslaması bir küfürle bölünmüş, hemen ardından tam gaz devam etmişti. Küfürleri arttı, tekrar ederken o stabil küfürü, sanki küfür etmesi dayanıklılığını arttıracakmışçasına kelimelere bastırıyor, özenle dökülüyordu kelimeler ağzından. Elini çocuğun hangi uzvuna geleceğini umursamadan attı, ayak bileğini sıkıca kavrayınca sıktı çocuğun ayağını. Ayağından güç alarak yönelme işini tamamlamak için süründü duvara doğru. Çocuğun canını acıtabileceğini umursamıyordu. Nihayet varış noktasına ulaşınca nefesiyle aynı anda bıraktı ayağı. Islık çalarcasına rahatlama nefesi kaymıştı dudaklarından. Bu sefer çocuğun lütfetmesini beklemeden direk sigarayı çekti parmaklarından, kendi dudağına götürdü. Kader arkadaşı sayıldıklarına göre, paşa paşa aynı sigarayı da aralarında döndürmeleri gerekirdi -fedakarlıklar, fedakarlıklar... İçine içine çekti sigarayı, dumanı göğe salarken oluşan hareleri buruk bir gülümsemeyle seyretti. Çok yaşa tütün sanayisi... Sigarayı çocuğa geri uzatmıştı ki göğün bir silah sesiyle yırtılması dondurdu onu bir anda. Gerçek bir silah sesiyle. Sesin bulutların ardına kadar titreten ekosu, her ne kadar silahın muhtemelen kalabalığı dağıtmak için ateşlendiğini tahmin etse de korkuyla doldurmuştu yeniden içini. Henüz kargaşatan tamamen çıkamadıklarını görmüş, tüm o heybetli egosu pısıp kalmıştı. Ürkmüş ama hala ürküşünü saklayan yüzünü hızla çocuğa döndürdü. "Götür beni buradan." dedi tüm kısa ve özlüğüyle. Kolunu çocuğun omzuna attı. Henüz ondan onayı almamıştı tabii, ne var ki -eh daha önce dendiği gibi, çocuğu bırakmak gibi bir niyeti yoktu.
*insert derdini skeyim butonu here.
| |
| | | | run boy run | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |